Kategoriler

26 Ağustos 2016 Cuma

Chloe and Theo


Merhaba bu yazıyı okuyanlar! Bugün bu güzel filmi size filmde geçen birkaç cümleyle anlatacağım.  Şimdiden iyi okumalar ve hatta izlerseniz iyi seyirler. Sevgiler, D!

 ...Çok geç kaldık. Liderlerinizin bir şeyleri değiştirmek için güçleri yok. Televizyonlarınız gerçek güce sahip. Sizi ihtiyacınız olmayan şeyleri almanız için mecbur bırakıyorlar. Ve değersiz olan şeyleri size aldırıyorlar. Hareket etmese bile size araba kullanın diyorlar çünkü herkes bir araba kullanıyor. Şehirlerde hiç temiz hava kalmamış.  Sizin görünüşünüz ile dalga geçiyorlar ve sizin mutluluğunuzu etkiliyorlar. Yaşadığınız her gün, her şey bu kadar yozlaşmışken her şey tüketim, ziyan etme ve aç gözlülüğe dayanırken sizin liderleriniz doğa hakkında ne yapabilir ki? Hiçbir şey kalmayana kadar mutlu olamazsınız...

21 Ağustos 2016 Pazar

The Social Network (Sosyal Ağ)


 Merhaba bu güzel film hakkındaki bu güzel yazımı (Ne var canım biraz abartıdan kim ölmüş?) okuyanlar. Gecenin bu saatinde belki de iyi geceler diye başlamak daha iyi olurdu. Neyse artık veda kısmında dilerim gecenizin iyi olmasını. Eğer sonuna kadar okumazsanız geceniz korkunçlu geçecek demektir, Nİ HA HA HA! (Yani rüyalarınıza Dexterlar, Hanniballar vb. girsin demek oluyor bu. Ya da oyuncak bebekleriniz canlansın birer Chucky'e dönüşsün.)



 Şakanın tadı kaçmadan filme döneyim ben. ^_^ Filmi 8 kelimeyle anlat derseniz size şunları sıralardım: Azim, fikir, cesaret, arkadaşlık, düşman, zeka, öngörü, gözlem. Bunları uyum içinde, arada güzel müziklerle, abartısız oyunculuklarla vb. harmanlarsanız ortaya 'Sosyal Ağ' filmi çıkar. Mark Zuckerberg'in hayatını herhangi bir yerden okumadım ya da izlemedim ama Jesse Eisenberg öyle bir karakter için doğru bir seçim olmuş gibi. Oynadığı birkaç filmi ve kendisinin oyunculuğunu sevmiştim. Sanki insana hayat enerjisi veriyor, seni bir şeyler yapmaya itiyor gibi bir halde sürekli. Hangi filmlerini izledin derseniz? 》 American Ultra, Batman v Superman, Now You See Me, To Rome With Love. Hangi filmini izlemek isterdin derseniz? 》 Café Society.




  Filmde beğendiğim şeylerden biri korkusuzca blog yazmasıydı. ( Öfkeyle neler yazılır neler. :) )  Arkadaşının kulübe üye olmak için yanında tavuk dolaştırması ve yemek olarak ona tavuk vermesi. 😁 Ayrıca bu konuyu savunurken "Ne var yani büyük balıklar küçük balıkları yemiyor mu?" demesi de çok iyiydi. Sahi ya insanlar, alemler içerisinde hayvanlara giriyor ve biz kendi alemimizdekileri yemiyor muyuz? Hatta daha da ayrıntıya girersek memeliler sınıfındayız ve o sınıftaki canlıları yemiyor muyuz? Yoksa yoksa biz de mi yamyamız!!! Pardon konu biyolojiye geldi. Biyolog olmanın şeyleri (faydaları/zararları) işte. Ama filmde zaten en belirgin olan şeyi daha da çok sevdim. Mark'ın hayatını bir kenara bırakıp sadece filme odaklanırsak (Ki kenara bırakılacak bir hayatı yok ama neyse o da benim esprim olsun.) bir üniversite öğrencisinin aklına gelen bir fikir sayesinde yüzmilyonlarca kullanıcıya sahip bir internet sitesi/hesabı oluşturmak sizce de heycan verici değil mi? Özellikle de benim gibi arada bir durağan arada bir hareketli hayata sahip biriyseniz...




 Sahi bizler fikirlerimize sahip çıkıp hayata geçiriyor muyuz ve onları daha da ileriye götürüyor muyuz? Benim bu yıllarda yaptığım şey izlediğim ve bir şekilde sevdiğim filmleri Instagram hesabı üzerinden bir cümleyle anlatmaktı. (O cümle de "İzleyenler izlemeyenlere kesinlikle izlettirsin."di.) Sonra bir cümle, Instagram'dan tanıdığım birinin bloğu için kendi çapımda yazdığım (Ki hala kendi çapımda yazıyorum. Kim öyle yapmıyor ki? Her kavram göreceli değil mi neredeyse, en iyi diye sunulan şeyleri bile beğenmiyor olabiliriz!) bir yazıya dönüştü, ondan ilham alıp bir Tumblr hesabı açmaya ve orda yazamaya dönüştü sonra, şimdi ise bir arkadaşım sayesinde bu bloğu açmaya ve haftada bir Instagram üzerinden belli bir tür içerisinde izleyip bir şekilde sevdiğim filmleri topluca yazıp/fotoğraflamaya dönüştü. (Bknz. https://www.instagram.com/p/BJSw5G_gqJb/ #cumaklasigiolsun tag'ine)




 Biyografi filmlerinden hoşlanıyorsanız (Steve Jobs filminden pek hoşlanmamıştım söylemeden geçemeyeceğim.), biraz işin içinde gerilim ve dram olsun diyorsanız, Facebook'un temelini yani nasıl oluşturulduğunu merak ediyorsanız, Jesse'yi seviyorsanız, kendinize bir ilham kaynağı arıyorsanız ve bir yerlerden başlamanız gerekiyorsa izleyenler izlemeyenlere kesinlikle izlettirsin derim. İyi geceler,  D! (Hadi iyi geceleri aldınız. Buraya kadar okuduysanız başınıza gelebilecek en güzel şeyler gelsin, yaşayabileceğiniz en iyi hayatı yaşayın. Okumadıysanız...)

20 Ağustos 2016 Cumartesi

The Shallows (Karanlık Sular)



Merhaba sevgili bu yazıyı okuyanlar! Bugün sinemada izlediğim filmi anlatacağım size biraz. Biraz diyorum çünkü her zamanki gibi kendi hayatımla ya da çevremde olup bitenlerle harmanlayacağım. 



Filme girmeden önce bu filmi izleyen bir arkadaşıma sordum güzel mi diye. Güzel yanıtını aldım. Ama sonra fragmanını izledim, filmin çoğunluğu tek kişilik performanstan oluşmuş. Hmmmm... Sonra aklıma 'Gravity' ve 'The Martian' filmleri geldi. Tek bir kişi koskoca filmi gayette başarıyla oynayabilir dedim. ( Tabii martının ve köpekbalığının performansını göz ardı edemem. :) ) Ve aldım biletimi. 



Sinemada izleyince çok daha etkiledi köpekbalığı sahneleri. Ordaki gerilimi gerçekten hissettim. Ve tabii Nancy'nin kendi bacağını diktiği anı!.. DVD'sini alıp evde izlemek ya da bilgisayardan-internetten izlemek yerine kesinlikle sinemaya gidin derim. Blake Lively'nin sadece güzel değil aynı zamanda iyi bir oyuncu olduğunu da anladık bir kez daha. Tıpkı 'The Age of Adaline' ve 'Café Society' filmlerinde olduğu gibi! 



Film 'pes etme' cümlesinin ekrana yansımış haliydi resmen. Ha bununla ilgili çok daha iyi, pek çok film sayılabilir kabul ediyorum. Ama izleyince gayet güzel bir doksan dakika da geçirtmiyor değil. Benim sıkıcı, durağan, "işsizsin işsizsin işsizsin" cümlesini duyarak geçirdiğim şu günlere ilaç gibi geldi. 



'Pes etme' konusuna gelirsek eğer; ben hayatımda birçok konuda, birçok yerde, birçok farklı zamanda yaptım o işi. Okurken, çalışırken, arkadaşlarımla ilgili, işsizsin cümlesini söylenenlerle ilgili vb. En önemlisini de KPSS'de yaptım! Dershane denemelerinde, evde yaptığım o zor denemelerde 0,5 katsayıyla hesaplamama rağmen en az 85lerde puanlar almama rağmen gerçek sınavda resmen son 1 saatinde pes ettim. İlk 1 saatte normalden kat ve kat daha çok netlere ulaşmışken son 1 saatte birkaç soruda takıldım ve pes ettim. Devamını kesin yapamam, sanırım önceki puanlarım bir hayaldi ve kendimi kandırdım, zaten ben güçsüz bir insanım dedim, oturdum ağladım. Yani anlayacağınız PES ETTİM!.. 
Filmdeki Nancy karakterinin yerinde olsaydım daha ilk saniyede pes ederdim anlayacağınız. 



Nancy'nin hayatta kalmak için yaptıkları takdir edilecek cinstendi! Bir an martının boynunu kırıp yiyecek herhalde dedim ama beynim baya bir senaryo yazmış. :)) Ya da ben kızın yerine fazlasıyla acıktım ve canileştim! Neyse neyse olmadı öyle bir şey merak etmeyin. 



Denizde geçen bu tarz filmleri seviyorsanız ya da mücadeleci ruhum doysun diyorsanız ya da yok arkadaşım ben Blake'in güzelliğine doymak istiyorum diyorsanız "İzleyenler izlemeyenlere kesinlikle izlettirsin." derim. 

13 Ağustos 2016 Cumartesi

The Curious Case of Benjamin Button


Cumartesi öğleninden merhaba sevgili bu yazıyı okuyanlar. Bugün eski yazılarımdan bir şey paylaşmayacağım. İlk çıktığında sinemada izlediğim ve dün tekrar izlediğim filmden bahsedeceğim size. Aradan yaklaşık 8 yıl geçmiş bu filmi izleyeli. Dün izlediğimde filmi yeniden izlediğimi hissettim. Aradaki yerleri meğer hafızam silmiş. Ve ilk izlediğimde üniversitede 3. yılımdı. O zamanki Duygu'yla şimdiki Duygu arasında dünya kadar fark var. O zamanlarda insan daha duyarsız daha vurdumduymaz daha sorumsuz, hayatla ilgili detaylara daha az takılan birisi oluyor. Ha tabii ki bunların en kötü halinde değildim ama şimdiki sahip olduğum kişiliğim gibi de değildim. İstisnasız herkeste bu değişim görülür. Ve bence çok da iyi bir şey, insanın daha iyi bir kişiliğe doğru yol alması...

Neyse ben filmle devam edeyim en iyisi. :) Filmi izlemeye başladığımda aklıma iki soru geldi. 1- Birisini ya da bir bebeği (gerçekten) çok çirkinken sevebilir miyiz? 2- Seveceğimize emin olduğumuz birisi için doğru zamanı bekleyebilir miyiz?

Filmde düşündüren konulardan biri -hatta neredeyse düşündüren tek konu- de 'zaman' kavramıydı. Özellikle istasyondaki saati yapan adamı gördükten sonra aklıma geldi bunlar. Zamanın geriye işlemesi hatalarımızı telafi etmemize yardımcı olur mu? Yoksa o hatalarımızı yaptığımız için mi biz 'biziz'. Peki bir de zamanın önemini şöyle anlatmaya çalışayım filmde geçen cümlelerle. Birkaç -ya da bir- kişinin yaptığı işi zamanında yapmaması yüzünden birisinin başına gelen kaza hatta o kişinin ölümü gerçekleşir mi? Mesela filmdeki Daisy karakterinin arkadaşının bağcığı çözülmeseydi, adamın alarmı zamanında çalsaydı ve beş dakika gecikmesiydi, taksiye binen kadın mantosunu unutmayıp taksiyi kaçırmasaydı taksi yine de Daisy'e çarpar mıydı? Yoksa her şey olduğu gibi devam eder miydi?

Film bana çağımızda gençleşmek için yapılan uğraşları da hatırlattı. Mesela şimdi kaç kişiye sorsak gittikçe gençleşmek ister değil mi? (Sanırım herkes ister.) Peki ya gençleşme uğruna giderek küçüldüğünüzü düşünsenize. Benjamin gibi ergen yaşlarına dönüp bebek olarak ölmeyi ister miydiniz? İstemezdiniz değil mi? O yüzden bu filmi izleyin ve gençleşmekten vazgeçin. :) Estetik ameliyatları, küçük operasyonları, yaptığınız o -badana gibi- makyajları da yapmayın, bırakın yaşınızın gerektirdiği gibi yaşayın. Amaan sen sanki yaşlandın da böyle rahat rahat konuşuyorsun tabii diyorsunuz değil mi? Demeyin çünkü bende de o belirtiler başladı. Saç beyazlamaları, göz kenarındaki kırışıklıklar!.. Ama hiçbirini tamamen kapatma ihtiyacı duymuyorum. Yeri geliyor beyaz saçlarımın çoğaldığı haliyle bile aylarca dolaşıyorum. Ama nedense her üç kişiden birisi "Ay Duygucuğum saçların beyazlamış."demeden duramıyor. Bu kadar mı korkuyorsunuz -korkuyoruz- doğallıktan ya da yaşlanmaktan? Siz siz olun olabildiğince kendiniz olabildiğince doğal kalın.

Son olarak filmin sonlarında geçen cümleleri yazayım ve konuyu kapatayım. "Herkes başka bir şey için doğar. Kimisi dans etmek, kimisi yüzmek, kimisi anne olmak, kimisi Shakespeare sevmek için..." Peki ya sen? En güzelinden günler, D!

7 Ağustos 2016 Pazar

The Pianist


Merhabaa, geçen yıl yazdığım (yazarken 28 yaşına bile girmemişim düşünün, Aralık 11'de 29a gireceğim.)  bu satırları burdan sizlerle tekrar paylaşmak istedim. İzlediniz mi bu filmi ya da ne gibi izler bırakmıştı sizde? Bekliyorum yorumlarınızı.

Eveeet dün 2002'lerde çekilmiş olan bir filmi ilk defa izledim. Yıllardır adından çokça söz ettirdi. Özellikle de aldığı Oscar ödüllerinden. İzleyeyim izleyeyim diye diye düne kadar uzattım eylemi gerçekleştirmeyi maalesef.

Bir biyografi filmiymiş aynı zamanda, hatta baş karakterimizin kitabı bile yayımlanmış. Her zamanki gibi yeni araştırıp öğreniyorum. (Neyse kızmayın her şeyi bilmeye hangi insanoğlunun vakti yetmiş. :) Diyip durumdan sıyrılayım!)

Film ciddi anlamda etkileyici sahnelerden oluşuyor, zaten 2. Dünya Savaşı insanlık suçu savaşı diye de anılmıyor mu? Ya da ben mi öyle adlandırdım bilemedim. Adrien Brody abimizin (Amca da diyemem ki adam 42 yaşında ben 28 yaşında olacağım haftaya :) ) oyunculuğu G A Y E T iyiydi her sahneyi hissettirdi, hatta diğer oyuncular da gayet başarılıydı. (Zaten 3 Oscar kazanmış film ne haddime eleştirmek. Diyemeceğim Oscar kazananlardan nefret ettiğim oyuncular da var. Bknz. Julianne Moore!) Kolay değildir o sahneleri oynamak. İnsanoğlunun hayatta kalmak için neler yapabileceğini de gösterdi az çok bize!

Ama … Yani bu karakterimiz çok muhteşem şeyler başarmadı, ne bileyim savaş karşıtı grupta yer almadı. Evet yardım etti onlara az da olsa ama büyük şeyler başarmadı. Sadece hayatta kaldı o da çoğunluğu yardım edenler sayesinde! Piyanoyu çok iyi çalması mı ona tabi ki lafım yok! (Her ne kadar bir bilgi sahibi olmasam da.) Ha şimdi diyeceksiniz ki Duygucum kolaysa sen yaşa o dönemi de gör bakalım büyük bir şey mi başardı yoksa küçük bir şeyler mi? Demeyin. Çünkü Schindler’s List filminde neler başarılacağını gördük! Life is Beautiful filminde o sıcaklığı, insanlığı gördük. Lafım filme değil konuya yani anlayacağınız. Yoksa film başarılı ve etkileyiciydi! Ama o saydığım filmlerden farklı olması bir bakıma güzeldi. Çünkü aynı konu aynı yönlerden anlatılsaydı benzetmeden duramazdık.

Neyse iyisiyle kötüsüyle -ki kötüsü yoktu nerdeyse- bir ‘izleyenler izlemeyenlere kesinlikle izlettirsin filmi’ idi.. Güzel günler gençler!..