Kategoriler

29 Temmuz 2016 Cuma

Sleepy Hollow




Merhaba tekrar ve tekrar. Bugün fantastik bir yolculuğa çıkalım ne dersiniz? Hem de 1999 yılının İngiltere'sinin korku dolu bir şehrinde!.. 


Yüzler yüzler yıl öncesinin hikayesi… Büyük büyük büyük büyük büyük büyük dedemiz Washington Irving tarafından yazılıp çizilen ‘The Legend of Sleepy Hollow’ öyküsünden esinlenilmiş. Üstüne nice kısa ve uzun metrajlı filmler, çizgi filmler ve diziler yayınlanmış. Daha önce hiçbirini izlemedim ne yalan söyleyeyim karşılaştırma yapamıyorum. :/

Biraz korku, fazlasıyla da gizem barındırıyor bu güzel filmimiz. Hem Tim Burton amcamız çekmiş. Johnny Depp abimiz ve birçok abimiz ablalarımız da var. Ama en çok takıldığım Danny Elfman ismiydi. Hep en güzel film müziklerine imza atmış meğersem. Filmdeki müziklerin -özellikle korku, gerilim, gizem filmlerinde- filmi daha da üste taşıdığı inkar edilemez! Ne de olsa yüksek sesle izlenince tadı daha çok çıkar korku, gerilim, gizem filmlerinin.

Bir de bu filmimizin çekildiği yerlere hayran kaldım. Birçok yeri Canım İngiltere'de çekilmiş. Tabi bazı yerlerinde bazı sahnelerinde teknoloji sayesinde oynanmış olabilir o konularda bilgim yok. :)) Ama özellikle o orman sahneleri çok güzeldiii yaa! Resmen filmin içine giresim geldi, tabi korkudan çığlık atarak kaçardım ordan, orası ayrı. Johnny abimizi görene kadar yani. :))

Ichabod Crane ve Katrina Van Tassel aşkını da çok çok sevdim! ❤

Son olarak bir uyarı yapmak istedim. Korku sevmeyenler hiç başlamasın. Yani öyle aman aman bir korku sahnesi yoktu bana göre, hatta hiç yoktu. Ama korku unsuru da göreceli bir kavram sonuçta. Önceden bilin istedim. Saygıda kusur olmaz bende.❤ Biraz kesilen kafalar, gövdeler, az biraz da kanlı sahneler var. Siz karar verin size göre mi değil mi diye. Sevgiler ve saygılar, D!

28 Temmuz 2016 Perşembe

Stranger Than Fiction



 Merhaba tekrar! Bugün sıkıntıdan ne yapsam ne etsem diye dolandım durdum. Hayatımı bugünlük bir yazar yazsa ve ben oynasam olmaz mı? Olmaz değil mi neyse artık bu filmle idare edeyim ben de. Keyifli okumalar.


 Uzun zamandır tıkanmıştım sağlam bir film bulmakta. (Tıkanma kelimesini de bu filmdeki yazar tıkanması tabirinden aldım.:)) Neyse ki bu akşam sevgili arkadaşım imdadıma yetişti.

 Kitap okumayı sevdiğimden midir nedir anlamadım… Çok çok güzel bir film olarak tanımlayabilirim. Bir romanın akışıyla beraber devam eden bir hayatı anlatıyor. Hatta gerçek hayattaki bu başkarakter sonradan hayatının yazıldığını farkediyor falan falan falan… Oralara çok girmeyeyim daha izlemediğiniz için.

 Mesela hayatımızda üç beş kere demişizdir birisi bana ne yapacağımı söylese de ben pek beynimi yormasam diye. Ama düşünsenize kitabın -yani hayatınızın- sonunu öğrendiğinizi ve sonradan da olsa sahip olduğunuz güzel şeyleri kaybedeceğinizi!.. Hiç de iyi olmuyormuş yani. Biz biz olalım bazı şeyleri bilmeden -akışına bırakarak- yaşayalım. Hatta öyle bir yaşayalım ki her zamanki yaptıklarımızdan farklı olsun her yaptığımız şey. Çok kolaydı diyeceksiniz, sanki sen yapabiliyosun da buraya gelmiş rahat rahat nutuk atıyosun diyeceksiniz!.. Haklısınız da. Ama gelin biz kendi yaşamımızı kendimiz yazıp kendimiz oynayalım. Kendi seçimlerimizden ibaret değil mi zaten hayatımız?! (Hatta yakın zamanda bu söylediklerimle ilgili çok ilginç bir Türk filmi çekilmişti. Adı da 8 Saniye. Bence ona da bir göz atın. Bir de Third Person filmine… (Son söylediğim daha çok bir yazarı anlatan filmdi tabi.)

 Neyse siz bilirsiniz zaten yapacağınız şeyleri, güveniyorum bize! (Bu arada yine filmin sonunu izlemeden yorum yaptım. Bitince tekrar dönüp okumak daha heycan verici oluyor. Saygılarımla D.)

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Burnt



Merhabaa bu sefer daha farklı bir filmle karşınızdayım. Filmi hatırladım da şimdi, aslında o kadar çok mesaj içeriyordu ki alt katmanlarında. Neredeseyde her şeyini kaybetmiş bir insan baştan başlama cesaretini nasıl bulur? Kendimi düşünecek olursam sanırım bulamazdım. Hatta şuanda bile o durumdayım diyebilirim. Evet belki her şeyimi kaybetmedim ama çok uğraştığım, çabalağım bir hedefe sırf psikoloji bozukluğu uğruna ulaşamadım. Şimdi nerden başlayacağımı ne gibi bir hedefim olduğunu bilmiyorum bile. Bir yerden başla onu yap bunu yap şunu yap diyen o kadar çok ki kendileri bile saçmaladıklarının sırf akıl vermek için konuştuklarının ama aslında yanımda olmadıklarının farkında bile değiller! Ne de olsa bana -hatta benim gibilere- akıl değil gerçek destek ve ilgi lazım! Bakalım Bradley Cooper neler yapmış hayatı alt üst olduğunda?!


Çok pişmiş olarak çevrilip isimlendirilen bir film duydunuz mu hiç ben izledim bile. Bradley Cooper abimiz var yine. Hatta onunla ilgili Ojelidiyetisyen'ciğimle ortak bir yazı ( http://ojelidiyetisyen.tumblr.com/post/130480375618/film-%C3%B6nerisi-2 )  hazırlamıştık. Bu film bir şefin (hatta 2 Michelin yıldızlı) hayatını anlatıyor. Ama öyle ‘ayy neymiş adam bildiğin aşçıymış uyuşturucu yüzünden hayatı cehenneme dönmüş, bilmem ne, ay bir de çarpık çarpık ilişkiler varmış’ filmi diye tanımlamayın sakın internet sitelerindeki filmlerin altındaki ucuz yorumlar gibi!..

Bir kere filmde hayatı b.ka sarmış olsan bir adamın hayalleri var, hırsları var, dediğini yapan, olması için canını dişine takan bir adam var, öyle bi adam ki kimseye güvenmeyen tek başına ayakta duran pislik kelimesinin tanımı olan bi’ adam. Bu adam ki geçmişte yaşadıklarının cezasını gayet güzel bi’ şekilde çekti ileride. Amaaa gel gelelim ruhsal sorunlu olanlar bile gerçek sevginin, ilginin karşısında mis gibi olur, gerçek güzel insanlığa erişir. (Gerçek güzel insanlık mükemmellik değildir onu sonra anlatırım uzun uzun:))

Filmin anlatmak istediklerinden başka filmdeki o özenli yemekler, o güzelim sunumlar, o göz kamaştıran tabaklar, o restoran arkası hareketliliği bile göz doyuruyor! Zaten Bradley Cooper'ın o gülüşü (gözlerinin içi gülüyor derler ya), Sienna Miller'ın o doğal kendine özgü tavırları ve güzelliği, bir de Daniel Brühl vardı ki ahhh ahh!

Yemek pişirmenin ne kadar özen gerektirdiğini hatırladık hiç değilse aynen The Hundred-Foot Journey ve Chef filmlerinde olduğu gibi.. İzleyin gençler izleyin!

Star Wars: The Force Awakens


Günaydııın! Kahvaltımı yapar yapmaz acaba hangi filmi paylaşsam diye düşünüyordum. Sonra caaanım Star War yazımı gördüm. Tekrar okudum da şuanda aynı şeyleri hissediyorum gerçekten. Demek ki ne kendimi ne de okuyanları kandırmamışım. Filmden Kylo Ren ve Finn karakterlerini alıp başka oyuncuları oynatırlarsa 8. film için daha iyi şeyler düşünebilirim. :)) Amaan canım bana mı(!) kalmış koskoca filmin oyuncularını sevip sevmemek! E hadi o zaman fazla uzatmayayım da sizi eski yazımla başbaşa bırakayım. Keyifli günler, sevgiler D!



Ne yazacağımı unuttum heycandan!.. Olmaz dediler ruhu bozulur dediler, 83 yılında bırakın günümüz çağı filmi değiştirir dediler… Dediler de onların dediğine aldırış etmeden gittim filme. Zaten de hep kendi isteğimle giderim filmlere, bakmayın kimseye siz. Benim beğendiğimi siz beğenmeyebilirsiniz ya da onların beğendiğini biz/ben beğenmeyebiliriz. Hani hep derim ya: “Dünyadaki her kavram görecelidir.” diye. Gidin izleyin kendiniz karar verin Star Wars ruhu gerçekten uyanmış mı, bu üçleme eski seriyi devam ettirebilecek güce sahip mi diye?..

Not= Bu yazıyı gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz film hakkında ipucu içermiyo :))

Film başlar başlamaz -başlangıç müziğiyle- sizi içine çekiyo zaten. Hele ki o tanıdık yüzleri gördüğünüz anda gerçek bir gülümseme oluşuyo ya… İşte o an filme olan aşkınız depreşiyo. Han Solo'yu, General Leia'yı, Chewbacca'yı, 3PO'yu, R2'yu görmek çok çok çok güzeldi! ❤ Onların yanında yeni karaktelere de şans vermek lazım. Rey, Poe Dameron ve General Hux karakteri oldukça sağlamdı. Filmin ruhunu bozmamışlardı. BB8 en az R2 kadar sevimliydi. Ama Finn ve Kylo Ren karakterleri ne bileyim çok ısınamadım, sevmedim de diyemem ama. Darth Vader'ın olmaması kalbimi kırdı. Belki o yüzden Kylo Ren'i pek sevemedim. Pek The Dark Side'a uymamıştı sanki. Ahh Vader canım Vader, kötülerin en birincisi Vader… ( Bunları fragmanı izlediğinizde de yakalayabilirsiniz, bi şey anlatmadım kızmayın bana :( )

‘Every generation has a story.’ sloganıyla bize: 'Bizi zaman farkını göz önünde bulundurarak değerlendirin.’ diye bağırıyodu taa trailer ve fragmanlar yayınlandığında. Unutmayın ki her film kendi yılının imkanlarıyla çekiliyo. Elbette daha çok teknoloji kullanılacak daha çok komedi barındıracaktı! Aslına bakarsanız ilk üçleme bile zamanın çok ötesinde bi teknoloji barındırmıyor muydu?!

Ama eğer bana derseniz ki arkadaşım bu filmde ben bi Oscar ödülü alacak kadar etkileyici bi şeyler görmedim diye, işte o zaman size katılırım. (Yani belki oyunculuk dışındaki ödüller olabilir.) Çok güzeldi film hatta fazla güzeldi. Ama o eski filmlerin aldığı Oscar sayısı kadar ödül alır mı? Immmm bilmiyorum :/ Ama çok etkileyici 3 4 sahnesi vardı benim için. Her ne kadar şu an yazamasam da… :))

Zihninizi kendi dünyanızdan, hayal gücünüzden öteye taşıyabilen bir kişiliğe sahipseniz -filmler açısından- eski seriyi tamamlayın -ki ben dün tamamladım- ya da önce bu filmi izleyip sonra geriye dönüp izleyin bence.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Brooklyn


 Merhabaaa!.. Yaz mevsimindeyken aşk dolu bir filmden bahsetmesem olmaz değil mi? -"Olmaz tabii ki!" diyenler çoğunlukta olur sanırım. Ama benim gibi uzun zamandır o konuya uzaksanız hatta bazen gerek bile görmüyorsunuz "Olmasa da olur." dersiniz herhalde. Neyse her şeyin bir zamanı varmış, ben şimdilik iş bekleme zamanımdayım. Ama bu filmlerde yaşayamacağım anlamına gelmez değil mi?  :)) Sözü daha fazla uzatmadan önceden yazmış olduğum yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Sevgiyle ve huzurla kalın! :*

 Hayallerle yaşlar ters orantılı mı olur çoğu zaman? Yoksa bana mı öyle geliyor. Daha küçükken bitmeyen hayallerimiz olurdu, biri biter diğeri başlardı, hatta birbiriyle çelişen hayallerimiz olurdu da farkına bile varmazdık. Çok mu umrumuzdaydı sanki!.. Hayal gücümüz henüz bitmemişti. Büyüdük ve tıkandık! Senaryoyu ilerletemez olduk, hep bir yere kadar kurduk hayallerimizi sonra da tamamen bıraktık hayal kurmayı. Belki hala vardır kuranlar ya da belki bıraktığımız yerden devam ederiz hayal kurmaya…

O hayallere sonra da devam ederiz önce güzel ‘Brooklyn’ filmimizi konuşalım. Hiç bilmediği bir ülkeye tek başına yelken açan bi kız çocuğu. Ardında bıraktığı ablası, annesi… Kim derdi ki öyle bir kız her şeyin üstesinden gelecek ve hayatta başarılı olacak. Başarının yanısıra aşık olacak! Kafasını kurcalayarak başlayan acaba mı diye sorularla devam eden bi ilişki. Sahi çok iyi bir insana karşı onun kadar iyi davranıp aşkına karşılık verebilecek gücümüz var mı?.. Ama belki bu kızımızın vardır kim bilir. :))

 Peki karşındaki insanın iyiliklerinden sıkılıp eski alışkanlıklarına dönme arzusu gelse, o alışkanlıkların üstüne bir de bambaşka bir insanla tanışsa. Ve bütün bunlar yıllardır ayrı kaldığı ülkesinde gerçekleşse! İlk başta gördüğü iyi hatta çok iyi olan bir insanı unutur mu, yoksa bütün yaşadıklarına rağmen onsuz -ilk baştaki esas iyi oğlan- olamayacağını anlayıp geri döner mi? Ama belki bu kızımız döner kim bilir. :))

 En önemlisi de; sonunda ne istediğini anlayacaksan eğer, yanlış yollara girmenin hiçbir sorun olmaması değil mi? Yoksa; yeter ki hiçbir yanlışım olmasın, hiç gerçek ve özel doğrularım olmasa da olur mu?

Biraz dram, biraz aşk, biraz hayaller, biraz gerçekler, biraz azim… Hem de Colm Tóibín adlı yazarın aynı adlı romanından uyarlanmış. İzleyenler izlemeyenlere kesinlikle izlettirsin, tabi önce fragmanı izlesin, özet kısmını okusun ya da afişine baksın ve kendisi karar vermiş olsun izleyip izlemeyeceğine. Ha bi de IMDb puanına bakın diyeceğimi sanmayın. Ya da sanın en iyisini siz bilirsiniz. Ama genel geçer katı kurallara sahip insanlardan olmayın. Mesela: “Ben asla ama asla puanı düşük olan filmleri izlemem.” diyen insanlar gibi. Çok film kaçırırsınız. Çünkü o insanların bazıları puanların bir jüri tarafından verildiğini falan sanıyor herhalde. O kadar çok ki 6lı puanlarda olup çok da sevdiğim olan filmler. Çünkü hangi kullanıcılar oy veriyo, oy verenlerin sayısı az mı çok mu, yaş aralıkları kaç, film kültürleri ne, hayata bakış açıları ne vb. Hayatta her şey göreceli, tabi filmler de dahil buna! İyi seyirler.

24 Temmuz 2016 Pazar

The Danish Girl


 Yeniden merhaba! Bugün biraz farklı bir filmden söz etmek istedim ve daha önceden yazmış olduğum yazıyı burda da paylaşmak istedim. Bizi tutsak eden, elimizi kolumuzu bağlayan -her ne olursa olsun- şeylerden bir gün kurtulmamız dileğiyle keyifle okuyun...



 Başlamadan önce küçük bir şey daha söylemek istedim. Sizi destekleyen, size yol gösteren, yeni şeyler öğreten arkadaşlarınızı sakın bırakmayın ve her zaman onlara kıymetli olduğunu hatırlatın. Çünkü zor bulunur şeyler bunlar. Kim size gerçek anlamda zaman ayırıyorsa bilin ki o gerçek bir arkadaştan ötedir!



 Bir kişiliğe, bir eve, bir işe, bir diziye, bir kitaba, bir sevgiliye, bir aileye, bir eşyaya, bir arkadaşa, bir cinsiyete mecbur hissediyosanız kendinizi ve hatta herhangi bir düzende sıkışıp kaldıysanız ya da öyle hissediyorsanız muhteşem Eddie gibi bırakın her şeyi, olmak istediğiniz gibi olun! Bıraktıktan sonra yaşayacağınız gün sayısının az olacağını -hatta günlerle sınırlı olacağını- bilseniz bile gerçekten istediğiniz şekilde yaşamaya cesaretiniz var mı ki? Yok di mi? Belli bir düzen var sonuçta onun dışına çıkarsanız mutlu ya da en azından huzurlu falan olursunuz, aman aman çok kötü bir şey(!)



 Bunları da, kitaplarda okuyup filmlerde izleyelim haberlerde ya da dergilerde karşımıza çıksın -ki bahsettiğim konu daha da geniş, insanın kendini bir sebepten sıkışıp kalmış hissetmesi- biz yapmayalım. Ama karşılaşınca bi yerlerde bu konuyla, vay be böyle cesur olmak da varmış diyelim! Hatta arkadaşlarımıza birkaç tavsiye de veririz. Ama yeter ki kendimize uygulamayalım (!) Ne demişler: “İnsanın başkasına vereceği akıl, kendisi için kullandığından hep daha fazladır.” En güzel geceler… (Not: İzleyenler izlemeyenlere kesinlikle izlettirsin diye söylememe gerek yok sanırım. Eddie'nin oyunculuğunun gayet iyi olduğunu hatta Oscar'ı tekrar hakkettiğini -ama aday olan bir iki filmi izlemedim- de söylememe gerek yok sanırım.)

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Joy



 Merhaba canım merhaba canım nasılsın canım? Şaka şaka böyle başlangıç mı olur yeni bir blog için! Sonuçta koskoca kaç yaşında insanım. :)) Neyse espriyi bırakıp iş konuşalım arkadaşlar. Ben aslında Tumblr hesabımda film yorumlarıma yaklaşık bir yıl önce başlamıştım. Ama bugün çok sevgili baş harfi Duygu olan ( http://duyguyamacblog.blogspot.com.tr ) adaşkom: "Neden sadece orda yazıyorsun gel bunu bloga çevirelim." diye bir cümle kurdu. Bu kadar desteği de kimseden görmemiştim, o yüzden ona bir trilyon tane öpücük ve kalp yolluyorum balonlarla. Bugünkü ilk yazım da eski yazdıklarımdan olan 'Joy' filmi olsun istedim. Bendeki yeri ayrıdır ne de olsa. Umarım keyifle okursunuz sevgili gençler ve genç kalanlar.







 "Fakat sen kendinden de saklanıyorsun.” diye başladı film. Birçok yeteneğe sahip olup da korkundan ya da hayat koşullarından ya da toplumdan dolayı yapamamak ne demektir bazılarımız çok iyi bilir…




 Konusunu az çok tahmin edersiniz fragmanından, filmin konusu diye yazılan kısımlardan, oraları geçiyorum. 90lı yıllarda geçen bir film bir kere o zamanın televizyonları, kıyafetleri, yaşam tarzları -her ne kadar her ülkede farklı da olsa- müzikleri … Benim gibi 87 çocuğuysanız daha da iyi anlarsınız. Filmi beğenmeyenler de olabilir tabii, çok dışarıdan bakarsanız çok fazla abartılı aşk sahneleri insanların birbirlerini hırs için ezip geçtiklerini vb. beklerseniz yok bunların hiçbiri. Tertemiz bir 90lar filmi. Genç bir annenin yıllardır yapamayıp da sonradan başardıklarını anlatıyor. Azim ve zekanın birleştiği bir film özetle. Son zamanlarda izlediklerim arasında en orjinaller arasına girdi bile. Bradley Cooper ve De Niro çok çok ön planda olmasa bile filmde yer almaları çok mutlu etti beni. Zaten Bradley Cooper'ın o ses tonu o içten gülüşü yeter! Ha bir de yanlış hatırlamıyorsam adı ‘I feel free’ olan müziği dinleyin derim, filmi izlemeseniz bile!




 Özellikle 2 yılı aşkın bir süredir işsiz olduğumdan ve yapmak istediklerimi yapamadığım gibi ne yapmam gerektiğini de bilmediğimden daha da çok etkiledi beni. Ne yapmak istediğimi bilmemek taa ki KPSS'ye hazırlanmaya başlayana ve filmler hakkında içimden geldiği gibi yazana kadar -ya da öyle sanıyorum- sürdü. Günümüz dünyasında çok popüler değil belki bu tarz yazıları okumak. Hoş ben ne kadar çok okuyorum ki böyle sayfaları di mi?! Yine de insan okunmak istiyor işte. ^_^ Dünyanın yaşanan olayları içinde en özel kalabilen -birçok insanla aynı şeyi yapsa da olabildiğince kendi olabilen- insanlara sevgilerimle, en güzel akşamlar, D.